Karapınar İbrahim Gündüz Anadolu Lisesi
Karapınar İbrahim Gündüz Anadolu Lisesi Edebiyat Sitesi

HALK EDEBİYATI

Halk edebiyatının genel özellikleri şunlardır:

  • Şiirler, çoğu zaman saz eşliğinde söylenir. Doğaçlama olarak şiir söyleyen âşıklar, şiirleri için bir ön hazırlık yapmazlar. Bu yüzden de şiirlerinde derin bir anlam, kusursuz bir biçim görülmez.
  • Nazım birimi olarak dörtlük kullanılır. Ancak çok az da olsa türkülerde ve ninnilerde üçlü, beşli söyleyişler görülür.
  • Aruzla şiir yazanlar olmakla birlikte kullanılan asıl ölçü hece ölçüsüdür. En çok yedili, sekizli, on birli kalıplar kullanılmıştır.
  • Şiirler, halk arasında kullanılan konuşma diliyle söylenir. Bu dilin öztürkçe olduğu söylenemese de halka mal olmamış sözcükler kullanılmamıştır.
  • Şiirler hazırlıksız söylendiğinden genellikle yarım kafiye ve redif kullanılmıştır.
  • İslam’dan önceki Türk edebiyatı geleneğini sürdüren sözlü bir edebiyattır.
  • Şiirler, “saz şairi” ya da “âşık” denen şairlerce,”bağlama’ adı verilen bir sazla söylenir.
  • Nazım şekli olarak mani, koşma, varsağı, semai, destan vs. kullanılmıştır.
  • Halk edebiyatı ürünleri yazılı değildir. Müzik eşliğinde sözlü olarak oluşur.
  • Halk edebiyatında şiir, egemen türdür.
  • Şiirlerde başlık yoktur, biçimiyle adlandırılır.
  • Halk edebiyatı gözleme dayalıdır. Benzetmeler, somut kavramlardan yararlanılarak yapılır. Söyledikleri her şey gerçek yaşamdan alınmadır, dolayısıyla şiirlerde somutluk hâkimdir.
  • Konu olarak aşk, ölüm, hasret, ayrılık, doğa sevgisi, yiğitlik, zamandan şikâyet işlenmiştir.
  • Halk şairlerinin hayat hikâyeleri ve şiirleri cönk adı verilen eserlerde toplanmıştır.


HALK EDEBİYATI

Halk Edebiyatı Konu Tarama Testleri İçin Tıklayınız.

Halk edebiyatı kavramıyla nasıl bir edebiyatı anladığımızı açıklamak için öncelikle halk kavramının ne anlama geldiğini algılamak gerekir. İlkçağlarda halk, hükümdarlarla ona bağlı çevreler dışında kalan, henüz sınıflara ve tabakalara ayrılmamış geniş yığınlardır. Halk ortak bir dili konuşan, gelenek ve görenekleriyle ortak etkinliklerde buluşan; ortak şeylere gülüp ortak şeylere ağlayan; günlük yaşamındaki ekonomik ve sosyal düzeyle birbirinden çok farklı olmayan insanlar topluluğu olarak tanımlanabilir. Kuşkusuz böyle bir kavram ve böyle bir tanımlama, bu çerçevenin dışında da bir insan topluluğunun varlığını akla getiriyor. Öyledir de.
 
İlkel toplumlar dediğimiz topluluğu oluşturan bütün bireylerin aynı yaşam biçimini sürdürdüğü; birlikte avlanıp avladığını birlikte yediği, birlikte ektiğini birlikte tükettiği; birlikte savaşıp elde ettiklerini birlikte paylaştıkları bir dönemden, üretim araçları, işbölümünün yaygınlaşması ve değişim araçlarının gelişmesiyle, üretimi kendi gereksinimi olduğu kadar başka birilerinin de isteği olduğu için, avladığını ya da ekip biçtiğini kendisine yetenden başka, yöneten ya da hakim olan için de ürettiği bir döneme geçerken, halkla halk olmayan ayrımı da belirmeye başlamıştır. Kaba hatlarıyla çizdiğimiz bu görüntü, Türk toplumunda da özellikle göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçmeyle belirginleşmeye başladı ve kentlerle birlikte soylu bir tabaka da oluştu. Özellikle İslamiyet'le birlikte Türklerin düşünüş biçimi de değişmeye başladı, bu inancın gerekleri doğrultusunda yapılanmaya gidildi. Şehir ve kasabalarda kurulan medreseler, başlangıçta çok büyük bir kitle oluşturmasa da siyasal iktidar açısından etkin olan bir topluluk oluşturdu. Bu topluluk, İslam düşüncesiyle ilgili bilgi ve birikimlerinden dolayı farklı bir düzeyde olunca, geniş toplumsal kesimlerle bu kesim arasında ortak değerler azalmaya başladı. Üstünlük duygusuna kapılan medreseliler, halkı "havas" ve "avam" diye ikiye ayırarak düşünsel olduğu kadar yaşama biçimi ve kültürüyle de farklılığın artık belirginleşmeye başladığını işaretlediler.
 
Özellikle XV. yüzyıldan itibaren Osmanlı saray çevresine egemen olmaya başlayan Arap ve Fars aydınları beraberlerinde kendi kültürlerini de getirdiler. Türk toplumuna yabancı olan bu kültür, Osmanlı saray çevresi ile yöneticileri tarafından yeğlenince bu çevrede kabul gördü; ancak halk geleneksel duyarlığını, estetik ve sanatsal yeteneğini yitirmeksizin bir gereksinim olarak duyumsadığı ürünlerini üretmeyi sürdürdü. Bu, dil ve kültür ayrılığı, eğitim görmüş çelebiyi temsil eden Hacivat ile sağduyu sahibi anlayışlı halkı temsil eden Karagöz'ün nükteli konuşmalarında kolaylıkla görülür.
 
Oluşan bu yeni "seçkinci" kesim, dili Arapça ve Farsça sözcüklerce kuşatılmış, içeriği yaratıcısının düşünde yorumladığı bir dünya olan ve hayat bulduğu sosyal-siyasal çevrenin yaşama biçimine denk düşen bir edebiyat, sanat yarattı. Divan ya da saray edebiyatı adıyla andığımız bu edebiyat, kuşkusuz bütün Osmanlı coğrafyasının öyle ya da böyle edebiyatı, sanatıdır. Ne var ki, bu edebiyat ve sanatta geniş bir toplum kesiminin yaşadıklarından uzak bir yaşama biçimi, estetik ve ideolojik anlayış vardır. İşte halk edebiyatı, bu geniş toplum kesimine uzak 'seçkinci' anlayışın karşısında, tarihsel ve toplumsal ortaklıklardan beslenen diliyle, içeriğiyle, zorlama etkenlerin olmadığı, en önemlisi de, yarattığı halkın ulusal özünü taşıyan edebiyattır.
 
Avrupa'da 16. yüzyılda Rönesans'ın, 1789 yılında da Fransız Devriminin yaşanması yeni bir düşünce oluşturmuş, aydınlarda halk yaşamına karşı ilgi uyandırmıştır. Aynı zamanda bu süreçte Avrupa'da 'halk' ve 'ulus' kavramları günümüzdeki anlamıyla kullanılmaya başlanmıştır. Oysa ekonomik ve siyasal sıkıntı içerisindeki Osmanlı böyle bir süreci yaşayamadı.
 
'Halk Edebiyatı' kavramının dilimizde kullanılışı ise, yüzyılımızın başlarından daha eskiye gitmez. Elçin'in (1997) "halk edebiyatı kavramı" üzerinde dururken altını çizdiği gibi, Avrupa'nın akılcı ve teknik üstünlüğüne dayanan yeni uygarlığı karşısında bütün Türk dünyası ve özellikle Osmanlı İmparatorluğu gerilemek, parçalanmak durumuna gelince, zaman içinde "siyasi Tanzimat" adını verdiğimiz bilinç doğdu. Bu bilincin ardından gelen "edebi Tanzimat" kuşağı 3 Kasım 1839'da ilan edilen Tanzimat Fermanının yarattığı ortamda 1789 ilkelerini ve bu ilkelerle doyurulan fikirlerini gazeteyle, çeviri ve sanat yapıtları ile Türk halkına yaymaya başladılar. Şinasi'nin "Durûb-ı Emsâl-i Osmaniye"si, Ziya Paşa'nın "Şiir ve İnşâ"sı, Namık Kemal'in tiyatroları ve "Vatan" gibi makaleleri, mutlak rejimden meşrutiyete doğru giden yolda, aslında var olan "halk"ı ve "ulus"u Avrupalı bir görüşle arayan yapıtlardır.
 
Folklor, Türkiye Türklerinde 1908'den sonra Türkçülük ve milliyetçilik hareketi içinde kendini gösterdi. Doğal olarak Türkiye'de halk edebiyatı kavramının dilimiz ve düşüncemizdeki tarihsel derinliği bu tarihten daha öteye gitmez.
 
Bugün bu kavramla biz, divan edebiyatı dışında kalan ortak ürünlerle: mani, türkü, ağıt, atalar sözü, destanlar, masallar, hikayeler, fıkralar, bilmeceler, ninniler, beddualar,vb gibi; söyleyeni belli saz ve tekke şiiri kapsamındaki ürünleri; köy orta oyunu dediğimiz temsilleri: Meddah, Karagöz ve Ortaoyunu'nu anlıyor, değerlendiriyoruz.





 
K.İ.G.A.L EDEBİYAT SİTESİ -2015- Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol